Din : Olgun, kâmil insanların iç âlemindedir.
Ancak doğruluk, adalet, fazilet, yekdiğerine hürmet ve sevgi süsleriyle dışarı akseder.
Böyle olan bir müslüman başkalarım kendine nümune almayacak, başkalarına nümune olacak.
Söz ile bir resim çizelim. (Bir resim bin öğütten daha iyidir)...
T ur'da, Musa : “Yâ Rabbi bana kendini göster!” dedi.
Musa'ya hitap geldi:
“Len terani : beni göremezsin!..” dedi.
“Len era : Ben görünmem!” demedi.
“Dağa bak ya Musa!” emri çıktı:
“Benimle birlikte bak. Beraber bakalım”
Musa dağa baktı...
Musa'nın bakışı yani: “Hakk” ın bakışı dağda tecellî etti.
Dağ buna tahammül edemedi. Eridi.
Musa da bu bakışın şiddetinden düştü bayıldı.
“Beni göremezsin!” demesi işte bu...
“Görünmem” demedi. ..
Yani bu maddî Cesed ile göremezsin.
Tahammül edemezsin...
Resûlü Ekrem de baş gözü ile ALLAH'ı miracda:
İnsan tahammülü miktarında (genç bir insan şeklinde) görebildi.
Yani ALLAH Muhammed'in gözü ile kendini gösterdi.
Bir yani daha Resûlullah ALLAH ile ALLAH'ı gördü demektir.
ALLAH bütün güçleriyle, kudretleriyle görünür. Zâhirdir.
Bu güç ve kudretler de Hakk’ın görünüşüdür.
Bâtın, tahammül hududunun ötesidir.
Mutlak gerçek, hakikat ALLAH dır...
“ALLAH” lâfzı celilinin lügat mânâsı:
“Yoktan var eden” demektir, insan dilinde...
ALLAH indinde hiçlik ve yokluk düşüncesi İslâmda merduddur.
Kabul edilmez.
Herşey vardır.
Madde mabud değildir.
Ancak mabed ve mescid olabilir.
İslâm maddeye mabud olma değil, mabed olma şerefini tanır.
Bütün akıl hududlarının alamayacağı sonsuz kâinatta ne varsa ALLAH'ı tesbih ediyor.
İşte bu tesbihi duymaya sevk eden dindir.
Atom. Hücre hücre. Lif lif. Yıldız yıldız bütün kâinatın her zerresinin “ALLAH ALLAH” diye ürperdiklerini, seslendiklerini, titreştiklerini ne görür ne de idrak ederiz.
Bütün kâinat bir tesbih ve hamdü sena mabedidir.
Hava sürekli olarak harekette iken bir ses çıkarar. “Huuuu, Huuuu...” diye bir ses. Bu sese kulak ver!
Göreceksiniz ki bu ses haykırırcasına gürlercesine ALLAH'ın adını duyuracaktır. Çünki ALLAH'ın en kısa ismi “Huu” şeklinde ifade edilir.
“Lâ ilâhe illa huu!” deriz...
Kur’ân-ı Kerîmde öyle haberler vardır ki henüz bunları ilim ve fen bilmiyor: Süleyman Peygambere ALLAH rüzgârı emrine verdi.
Havayı yani rüzgârı kullanarak muazzam bir süratle havada uçabiliyordu. Acaba bu nasıl bir vasıta idî?
Havadaki oksijeni mi yakıt olarak kullanıyordu.
Nasıl yürüyordu?
İlim henüz bunlan bilmiyor.
Nuh peygambere bir gemi yapması emredilmişti.
Sonra o gemi aylarca hiç yakıt ikmal etmeden suda yüzdü yüzdü durdu. Nasıl bir motoru vardı?
Yakıtı neydi?
Hangi enerji ile yürüyordu?
Yoksa 2 hidrojen l oksijenden ibaret olan suyun oksijenini motorunda yakıt olarak mı kullanıp, hidrojeni de soğutucu olarak mı kullanıyordu?
Bugün bu hususları ilim bilemiyor.
Bugünkü fen ve teknik henüz hava ile (yani oksijenle) çalışabilecek bir motora mâlik değildir.
Cisimler üçe ayrılır:
1 - Katı cisimler
2 - Mayi cisimler
3 - Gaz cisimler
Hava; gaz cisimlerdendir, uçurucudur, çok hafifdir, gözle görünmez ve görünürde en zayıf cisimlerdir.
Bu kadar hafif bir cisim nasıl oluyor da bunca ağırlıkları taşıyabiliyor.
Buna nasıl gücü yetiyor.
Bir hava molekülü şaşırmadan, birbirine katmadan nasıl bu kadar sesleri sözleri, sûretleri dünyanın bir ucundan öbür ucuna alıştırıyor.
Dünya üzerinde meselâ takriben 9 milyon hayvan, 2 milyon da bitki çeşidi var.
Bir hava molekülü bu “bitki ve hayvanların bünyelerine ve intizamla giriyor ve intizamla çalışıyor.
Bir yerde intizamlı çalışmak oranın çalışma prensiplerini bilmeye bağladır. Bu hava molekülü çok intizamlı çalıştığına göre yeryüzündeki bütün bitki ve hayvan türlerinin çalışma prensiplerini biliyor demektir.
Hâlbuki buna imkân yoktur. Çünkü hava molekülü şuûrsuz akılsız bir varlıktır. Prensip koyamaz ve bilemez.
O hâlde bu intizamı ve pensipleri nereden alıyor?
Hava molekülüne bunları kim bildiriyor ve onu kim yönetiyor?..
Bu moleküllerin intizamlı hareketleri birtakım tabiat kanunlarının sonucudur derler ilim ve fen adamı taslakları...
Kanunlar mı maddenin hareketini doğuruyor, yoksa maddenin hareketinden mi kanunlar doğuyor?
Şüphesiz ki kanunlar maddenin intizamlı hareketinin bir ifadesidir.
Yani tabiat kanunları sebep değil sonuçtur.
O hâlde:
Maddeyi Molekülü Atomu intizamlı hareket ettiren kimdir ki, sonuçta kanunlar ortaya çıkıyor.
Birtakım formüllerle ifade edilen' tabiat düzeni meydana çıkıyor. Profesörler gine sorarlar.
Bu gâyet taii.
Molekülün düzenli hareketi kendisindedir.
Kendi kendine oluyor bunlar.
Bu nasıl olur?
O zaman moleküle sonsuz bir irade ve akıl vermemiz lâzım gelir.
Çünki bir insan, iradeli ve akıllı olduğu hâlde, birçok işi bir saniyede yapamıyor. Şuûrsuz molekül bunu nasıl yapacak? Bu kendi kendine olacak oluşacak.
Şu gördüğümüz âlem, evren, tabiat bir düzendir, düzenleyici değil.
Bir kitabdır, Kâtip değil.
Bir nakıştır, Nakkaş değil.
Bir sonuçtur, Sebep değil.
Bir binadır, Yapıcı değil.
Bir yönetimdir, Yönetici değil.
O hâlde kimdir kanun koyan, yöneten...
Bunun cevabı münakaşaya gelmez.
Tek kelime ile âlemlerin Rabbı olan ALLAH dır...
Bütün evrenin yönetimini onun ilminde ve kudretinde görmek.
Buna kayıtsız şartsız inanmak.
İşte tevhid inancı budur.
Ancak bu inançla kâinatın harika yönetimini izah edebilirsiniz.
Yine ancak bu sayede aya ve hadiselere bir anlam verebilirsiniz.
“ALLAH şah damarından daha yakındır” âyeti bu anlattıklarımızı ilân eder. Bu dediklerimiz mi’racla toplanmıştır, gizlenmiştir.
Resûlü Ekrem semâvâta çıkarıldı.
“Şah damarından yakın olan” ALLAH semâvâtda mı hâşâ...
Bu ne demektir, Semâvât ne demektir bunu anla...
“Ben kulum ile görür, kulum ile işitirim.” Hadîs-i Kudsî.
“Ben size şah damarınızdan daha yakınım” Âyet.
Resûlü Ekrem mi’racta semâvâtı dolaştı...
Semâvât bir mekândır.
Fakat içi Lâ mekândır.
Mekânsızlık...
Mekânsızlık, Lâ mekân ne demektir.
Bunu bil!..
Fakat kolay değil...
Hiç birşey yokken yokluk bile yoktu.
ALLAH vardı.
Onun “başı sonu yok”.
Bu lâfı edeble, aczla, anlamaya çalış.
O zaman Resûlü Ekrem'in sözünü dinle:
“Namaz mü'minin miracıdır.”
Bu ne demektir.
Namaz, mekânda iken Lâ mekâna dalmaktır.
Resûlü Ekrem:
“gözümün nûru namaz” buyurmuştur...
Gözümün nûru ne demek?
O göz “Hakk” ile bakar. O nûrdur demektir.
Resûlü Ekrem :
“Ben Rabbımı mi’racta genç bir insan şeklinde gördüm” buyuruyor.
Bir âyeti kerimede :
“Ben tekim. Doğmadım. Doğurmadım. Uyumadım. Teklerin tekiyim” buyurur.
“Kul huvallahu ahad”de de âyet “Kul” kelimesi ile başlıyor.
Bu ne demektir:
“Habibim bu hakikati söyle! Bilsinler, iman etsinler!” demektir.
“ALLAH'ın cemâli cennetden görülecek” dir.
Cennet nedir? Kimlere vaad edilmiştir...
Cennete girmeye değil oradan Hakkı görmeye hak kazanmak lazımdır. “Cennet safiyeti ilâhîyede erimek yeridir”.
Cennet için çalışan bile Hakkı istemiş olmaz.
“Ben kulumla görürüm...”
O hâlde Resûlü Ekrem (Semâvât nedir? onu bilirsen), ALLAH'ı ALLAH ile görmüştür, anlarsın...
Şah damarından yakın olanla... Birlikte görmüştür.
Dua ederken ellerimizi semâya kaldırırız, oraya bakarız.
ALLAH'ı orada sanırız. Değil.
ALLAH her yerdedir.
Herşeyi muhittir.
Semâ temiz olduğu için orayı lâyık gördüğümüzdendir bu hareketler... Semâya bakmak, sonsuzluğa, Lâ mekâna bakmaktır.
ALLAH'ı göremeyiz ama.
Semâya bakarken görür gibi bunu biliriz.
Semâ ALLAH'ın varlığının en büyük delilidir.
Semâya bakmak kul olduğunu bir nev’î ikrardır.
Biraz düşün.
Kurumuş bir saman çöpündeki zikri görmeğe çalışmalıdır.
Bu lâf ne demektir?
Atomlar, elektronlar, nötronlar, protonlar, saniyede 300.000 km. süratte asıl çekirdeklerinin etrafında raks ediyorlar, dönüyorlar.
Hakiki zikir ve tesbih hâlindedir. Durmadan...
Ondaki kudretle insanlar aya gitmeye muvaffak oldular...
İlim ve fen maddede gizli kudreti bulmak için objektif gerçek peşindedir. Bu, için dış görünüşüdür.
Sanat erbabı iç gerçeği bilmeden sübjektif gerçeği ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu birşeyin bir nev’î aksi gibidir.
Birşeyin sudaki aksi madde değildir.
Onu maddede, sesde, şekilde, sözlerde maddeleştirmeye uğraşmasıdır.
Din ise mutlak gerçeği arar.
Bir tohumda koskoca bir çınar gizlidir.
Tohum ekildi mi büyük çınar ortaya çıkar.
Tohum kaybolur.
“Hüve’l- Zâhiri hüve’l- Bâtını”,
“Hüve’l-Bâtını ve Zâhir”i anlamaya uğraş.
İlim ve fen labaratuvarda eşyanın, maddenin diliyle düşünür konuşur...
Sanat erbabı, fert ve cemiyet olarak arzularını ızdıraplarını dertlerini ve çilelerini: Renkde, şekilde, sesde, sözlerde göstermeye çalışır.
Hakk, kelâm-ı celilinde hepsini hülâsa ederek Resûl’ün ağzı ile insanlara şunu ilân eder:
“Yüsebbihu lehuma fi’s-semâvâti....”
Bütün semâvât ve arzda ne varsa ALLAH'ın Azîz ve Hakîm olduğunu tesbih eder, ediyor....
Arz nedir, semâvât nedir bunu bil...
Her ümmetin gönlünde, özünde, nüvesinde Rabb’tan bir tat vardır. Peygamber dıştan seslendi mi ümmetin canı içeriden secde eder... Kâinatın tesbihine gider. Çünki can kulağı hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır.
Taş bile olsun “gönül sahibini” bulursa cevher olur.
Padişahın parmağında kıymet biçilmez bir yüzük varmış.
Padişah bir divanda olanlara sormuş:
“Bu yüzükten kıymetli daha başka var mıdır?...”
Herkes:
“Hayır yoktur şevketlim!” diye cevap vermişler. içlerinden birisi:
“Vardır!” diye cevap vermiş.
Padişah hiddetlenmiş:
“Atın bu adamı zindana!” adamı zindana atmışlar...
Bir müddet sonra :
“Adamı getirin” demiş, getirmişler.
“Benim bu yüzükten daha kıymetli olan nedir onu söyle demiş...”
“Padişahım sen kusura kalma amma, gaflettesin!” demiş.
Padişah :
“Vurun bunun boynunu!” diye emretmiş.
Bu sefer adam :
“Padişahım daha büyük gaflete giriyorsun!” demiş...
“Söyle bakalım nedir o bu yüzükten kıymetli olan...”
Adam:
“Parmağın şevketlim!..”
Padişah o zaman hatasını anlayarak :
“Beni affet sana eziyet verdim”diye o zâtın elini öpmüş...
Kendinizin kıymetini biliniz...
“İnsan, lâ mekânı içine almış bir mekândır.”
Bunu unutma!..
Yüzük insanın parmağının kıymetli olduğunu bildirmek için o parmağa oturmuştur. Elmas, altın, inci, ziynet, makam, insana kıymet biçmez.
İnsanlar onlara kıymet ve şeref verir.
“Ben kulumla görürüm, kulumla işitirim!”
ALLAH'ın kudretleri, güçleri tahammül edeceği miktarda kula verilmiştir.
O kudret ve güçleri Hakk’a ne kadar ünsiyet peyda edebilirsen icabında Cenab-ı Hakk o güçleri yine senin taşıyabileceğin miktarda sana bahşeder.
O zaman herkesin göremediği mesafelerden görür, işitemeyecek uzaklıklardan duyarsın.
Ve icabında cesedi ruhun emrine alarak tayy-i mekân yapabilirsin..
Bu sözlerimiz bazılarına İmkânsız hatta gülünç gelir.
Bazılarına olabilir.
Bazılarına olur gelir.
Bazıları bu hâli yaşarlar.
Sen hazret-i insanı ne zannediyorsun.
Akıllı veya budala!
İnsan bir damladır.
“Okyanusa düşer de boğulacağım!” diye korkarsa okyanusu inkâr etmiş olur.
Yok,
“Ben neyim ondan bir damlayım, ona karıştım!” derse onunla var olmuş olur. Damla okyanusa düşerse, kendini yok farzederse artık o, damla değil okyanustur. Hayır mı?
Git!..
Evet mi?
O hâlde gel!..
Dinle bakalım:
Resûl'e ilk iman eden, kadındır.
İlk şehid olan İslâm kadınıdır.
Bunlar tesadüfi değildir.
Fazilet biraz da cebirle teşekül eder veya ortaya çıkar.
Fazilet duygusu yaratılışta mevcuddur.
İnsan oğlunun çirkin aşağı arzu ve isteklerini örten incecik ve nazik perde “Hayâ” dır.
Hayâ insanın mânevî süsüdür.
Kadının en büyük süsü ve ziynetidir.
Kadının en büyük duygu ve mânevî varlığıdır.
Fazilet, olgun kâmil insanların içi âlemindedir.
Ancak; doğruluk, adalet, her yaratığa karşı sevgi, şevkat ve hürmet süsleri ile dışarı akseder.
Böyle olan bir insan başkalarını kendine nümune almaz.
Bu hamulesi ile başkalarına nümune olur...
Bir gün Resûlullah'ın huzuruna “ÜMMÜ HÂLET” isminde sahabe bir kadın yüzü örtülü olduğu hâlde girer.
Harbde şehid olan oğlu hakkında haber almak için...
Sahabelerin bazıları :
“Oğlunu sormaya geldin yüzün de örtülü demişler...”
Muhterem kadın :
“Oğlumu kaybetti isem hayâmı da kaybetmedim ya...” demiş... “Resûlullah'ın huzurunu ALLAH'ın emrine riâyetsizlik şeklinde rahatsız mı edeyim?..
Yüz örtmek hayâ değildir amma kadın hayâsının en büyük süslerindendir. ALLAH'ın huzuruna bile namazda yüzümüz açık çıkıyoruz...
Siz benim yüzümün örtük veya açık olduğunu görerek bunu söylediniz.
O hâlde bana baktınız. Ondan sonra da bana söz söylüyorsunuz. Hem de Resûlullah'ın huzurunda!..
Resûlü Ekrem ve yanında oturan Ali'y e sorun bakalım benim yüzümün örtülü veya açık olduğunun farkına vardılar mı?..
Tesettür, erkek ve kadın birbirine karşı bir setr ile istisnasız olarak hududlandırılmıştır.
Sizde hayâ olsa bana bakmazdınız!..
Hayâ, haksız bir tecâvüzün sessiz, tevazu’ içinde hilmiyetle karşılığı dır.
Bu ya dışarıdan olur ki ruha karşıdır.
Ya içeriden olur ki bu da cesedîdir.
Siz beni içinizden dışarı bakarak gördünüz.
Çünki ben kadınım...
Cesedimi nefsinizle seyrettiniz.
Setir ve hayâ cesedî başlar.
Ben yüzümü örtmekle sizi korumak istediğimi anlamadınız!
Güya siz sahabesiniz!..
İnsanın evvelâ cesedi kâfir olur, ruhun kâfir olması güçtür.
Setir erkek ve kadın arasına konulmuş hayâ perdesidir.
Kadının fiilî namusu tesettür ile başlar.
Setir erkek ile kadın arasında mukaddes sınırı çizer, hududlandırır.
Bu mukaddes sınır nedir?
Onu hâlâ bilmiyorsunuz.
Cesedden sonra; Kelâma, Sese, Fiile kadar gider.
Setir kelimesinin mânâsı, dışarıdan herhangi birşeyle gizleme fiiline verilen tâbirdir.
“Neyi gizlemek?”
Onu söylemem. Sırdır. Emirdir...
Söylersem anamızın, zevcemizin yüzüne bakmaya bile utanırız...
Setr-i avret farzdır. Hakk’ın emridir.
Tesettür ise bu değişmeyen zemin üzerine konmuş ikinci bir farzdır.
Birinci emri ihlâl edenlere ikinci farziyet mevzu’ bahis değildir.
Çünki birinci setr-i avreti yapmayan İslâmdan çıkar.
Küfre girer.
Küfre girene tesettürden bahsetmek mânâsızdır.
Hatta küfür olur.
İslâmdan çıkmak ne demektir.
Hakktan uzaklaşmaktır.
Sizlere dahi çok söylenecek sözlerim var.
Amma Resûlullah'ın huzurundan teeddüb ederim!”
Diyerek huzuru saadetden ayrıldı...
Mübârek kadın Ummü Hâlet...
Resûlü Ekrem : “Elhamdülillah!” dedi gözlerinden yaşlar gelmeye başladı ve şu hadîsi gözlerini yumarak söyledi.
Niçin gözlerini yumdu?
Bu çok büyük bir meseledir.
Ara bul!..
Ben biliyorum ama söylemem.
“Cennet anaların ayağı altındadır.” Hadîs.
Bundan sonra Resûlü Ekrem kalktı.
Mescidden dışarı çıktı iki saat kadar müddetle Resûlü Ekrem âdetâ kayboldu. Herkes aramaya başladı Resûlü Ekremi.
Bir müddet sonra Medine'nin cenub tarafından yalnız geldiğini gördüler.
Mübârek gözleri yaşlı idi.
Hz. Fatıma :
“Yâ Baba! Yâ Resûlallah! merak ettim nerelerdeydiniz?”
“Gözümün nûru kızım; Babamın, senin dedenin, anamın, senin babaannenin kabirlerine gittim! ALLAH'ın izniyle kabirlerinden kalktılar. Bana iman ettiler. Onları gördüm. Gözlerim ondan yaşlı!” buyurdular. “Anam görmüştüm ama, küçüktüm o zaman. Babamı görmemiştim ben doğmadan ölmüştü onu gördüm...”
Merdud : Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş.
İntizam : Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak.
Semâ : Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü.(Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) şöyle rivayet olunmuştur. Semâ'ya uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru, mütekabilen yürüyüp gidiyorlardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cebrâil'e (A.S.) sordu. Cebrâil: Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tânesini bir daha görmem dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman halk olundun" diye sordular. O da: "Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hak her dörtyüz bin senede bir yıldız halk eder. Ben yaratıldığımdan beri de dörtyüz bin yıldız halk etti" diye cevap verdi. Melâikenin kesretini ve kudret-i ezeliyenin vüs'at-ı tecelliyatını anlamalı... E.T.)
Nev’ : Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.
Nev’î : Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
Erbab : f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis, başkan, şef.
“Huvallahul hâlikul bariyulmusavviru lehum'esma ulhusna yusebbihu lehu ma fiyssemâvati vel'ardi. Ve huvel'aziyzulhakiymu. : O, yaratan, var eden, şekil veren ALLAH'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.” (Haşr 59/24)
Ünsiyet : Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
İcab : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.
Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemâl ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.
Cebir : Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. * Mat: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.
Hayâ : Hicab, utanma, edeb, ar, namus. ALLAH korkusu ile günahtan kaçınmak.
Nümune : f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey.
İhlâl : (Mahal. den) Yer değiştirmek. Vermek. Yerleştirmek. * Helâl kılmak.
Teeddüb : Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma.