BiT, PİRE VESAİRE

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, bazı hayvanatın yaratılması hususunda izahatlar verir ki, enteresandır.

Evliya Çelebi'nin zikrine göre, Hazreti Nuh'un gemisi bir ara su almaya başlamış. Bu arada yılan gelip : “eğer beni insan etine doyurursan ben de deliği tıkar sizi kurtarırım” demiş.

Hazreti Nuh da bunu vâdetmiş.

Evliya Çelebi bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “ ... Rivâyet olunur ki bu esnada Nuh'un gemisini kurtaran yılan gelip söyler: “Yâ Nuh, Rabbîn sana selâm etti. Gemiyi tufandan halas eden bendim.”

Nuh'un kavmi bunu yılandan bildiler.

Yılanı ateşe atsın ki ne acayip şeyler görür...

Nuh'un vaadi gibi biz de yılanı âdem etine doyuralım..

Nuh yılanı ateşe attı.

Gene Cebrail'in târifiyle Nuh nebî yılanın külünü havaya savurdu.

Rüzgâr da yılanın külünü Nuh'un ümmetinin üzerine düşürdü.

Yılanın derisinden husule gelen küllerden pire hasıl oldu.

Etinin külünden bit meydana geldi.

Bugüne kadar Nuh'un ahd ü misakı üzere yılanın külünden hasıl olan pire ve bit benî Âdemi rahatsız etmektedir.

Kemiklerinin külü yere düşüp çiyan oldu.

Cifesinden hasıl olan kül akrep oldu.

Bağırsakları solucan oldu.

Yüreğinin külü yere düşüp kertenkele ve daha nice hâşerat oldu.

Cenab-ı Hakk herşeye kadirdir...”

Bu rivâyet akıl ölçüsünde saçmadır.

Fakat bu saçmanın içinde birşey gizlidir.

Onu bulmaya çalış...

Bu haşarat nereden oldu sualine akıl hududları dahilinde bir cevap bulamıyoruz. Bulmaya çalışırsak saçmaların saçması bir neticeye varırız.

O da netice değildir...

Mantiki ve fennî cümlelerle bu haşaratın nasıl husul bulduğu hakkındaki nazariyeler de doyurucu değildir.

Eski Yunan mitolojisi bile birçok hakikatlerin şekil değiştirerek ifadesidir. Bu rivâyetleri kabul edip yorgunluktan kurtulmak en iyisidir.

Bütün bu gibi itirazlar münkir veya şüpheli düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar üzerinde fikir yürütmek ne bir netice ne bir fayda vermez. Peygamberlerin söylediklerine semâvi emir ve haberlere inanmak muhakkak lâzımdır...

ALLAH herşeye kadirdir.

Meşhur filozof Bacon'un bir sözü vardır :

“Tabiatta raslanan her taşın altını kaldırıp bakmalıdır. Çünki hakikate bazen caddelerde değil, patika yollarda raslanır.”

Hakiki bir ilim anlayışı insanı ALLAH'a inanmaya sevk eder.

Meşhur Lincoln söyler : “Ben göklere bakıp varlıkların azametini gördükten sonra ALLAH'a inanmayanlara hayret ediyorum!..”

CEHİL: Bilgisizlik ECHEL: Bilgisiz

CAHİL: Hiçbirşey bilmeyene verilen isim CEHÂLET: Bilgisizliğin içindeki bütün hududda bulunan

CÜHELA: Bildiğini iddia ettiği hâlde cehâlet alanında direnenlere verilen isimdir.

CEHELE: Mastardır.

Yukarıdakiler hep bu fa'ale veznindeki kelimeden doğmuştur.

Yine bu kelimeden doğan meçhul ise normal bilgi hududunun dışında akla mantığa sığdırılamayan şeylerin hududunun ötesi.

İşte meçhulün içinden sızan bazı akla sığmayan rivâyetler vardır.

Bunlar zamanla hakikat olarak kabul edilir.

Bunların derinliğine inilirse hakikat olduğu anlaşılır.

Bazıları da büyük insanların ilimle bulduğu ve herkesin kavrayamadığı hakiki meçhuller vardır.

Meselâ: Einstein'ın bulduğu rakam ve nazariyeyi, zamanın âlimleri bile anlayamadılar.

Fakat bugün o bilgi ve rakamlarla aya gitmek imkânları hazırlanmış oldu.

Bir de bunların dışında peygamberlerin bildirdiği meçhul hududundaki hakikatler vardır.

Bunlar inanç hududundadırlar.

Bunlar da hakikatdır.

Tecrübe ve akla sığmayan meçhullerin hakikatini anlamak için peygamberlere ve semâvi kitablara inanmak lâzımdır.

Güneş doğar-batar.

Hakikatde güneş ne doğar ne batar.

Biz döndüğümüz için onu öyle görürüz.

Yıldızlar vardır küçük görünür, dünyanın binlerce misli büyüktür.

Hakiki meçhuller de bu basit misal gibidir.

Bu meçhul hakikatlara bir misal olarak biraz konuşalım.

Meçhullerin içinden çıkan rivâyetlerden bir hakikat olarak kabul edilen inanışlar vardır.

Peygamlerlerin bazıları bu inanışları teyid etmişlerdir.

Bazıları bunlardan bahsetmemişlerdir.

Birçok velîler de öyle söylemişlerdir.

Hızır ve İlyas bunların başında gelir.

Hızır ve İlyas ne zamandan beri vardır bilinmez.

Hızır'a, Musa Peygamber zamanında Hızırdan bazı şeyler öğrendiği bilinenler arasında tesadüf ediyoruz.

İlyas hakkında ise ma’lumat yok...

Musadan evvel peygamberler arasında da bahsedilmemiştir.

Her ikisinden de bahis yok...

İsa Peygamber zamanında da yok.

Resûlullah efendimiz zamanında da yok.

Resûlullah'tan sonra rivâyetler çoğalmış,

Hızır ve İlyas'ın var olduğu kabul ve inanma hâline gelmiştir.

Muhiddin-i Arabi Hızır'a rast geldiğini ve Hızır'ın bulut üzerinde namaz kıldığını gördüğünü bahseder.

Hızır karada, İlyas sularda hakiki bunalmış olan insanlara izn-i ilâhî ile yardım yaparlar.

Her ikisi de hayattadırlar.

Ab-ı hayat suyu içmişlerdir, ömürleri uzundur.

Lokman Hekim de bu rivâyetlerdendir.

Üçler, dörtler, yediler, kırklar Resûlü Ekrem'den sonra nübüvvet, velâyet hâline izn-i ilâhî ile tahavvül ettiğinden bunlar o zaman ortaya çıkmıştır. Bugün bunların adetleri de azalmıştır.

Yalnız ruhaniyyet-i Resûlü temsilen 11 ricali gayb hâlen mevcuddur.

Ricali gayb 12 idi.

Birisi Resûlullah zamanında mülâki olmuştur ve Resûlde kırk gün misafir kaldıktan sonra hiç kimse ile konuşmadan vefat etmiş ve Medinede defnedilmiştir.

Bu rical-i gayb Resûlullah'a nübüvvet geldiği zaman teşekkül etmiştir. Âdetâ Resûlutlah'ın havarileri idi.

Onun hikâyesi uzundur.

Bilenlerden öğrenile...

Rical-i gaybden ölenler olursa yerleri doldurulur.

Zamanla adetleri azalacak ve dünyanın sonuna doğru gidildiği anlaşılacaktır.

Hızır kimdir diye sordular kime bilmiyorum.

Sen yalnız dinle.

Hızır hakkında bildiğin işittiğin sana yeter.

Yalnız Hz. Musa'ya bir ilimden bir parça öğretti.

O bile tahammül edemedi.

Resûlü Ekrem'e Hızır mülâki olmamıştır.

Resûlün ledün ilminden öğrenmeye ihtiyacı olmadığından Hızır, edeben Resûle mülâki olmamıştır.

Hızır'ın kim olduğunu söyleyebilsem yahut bilsem;

Kendi kendinden utanırsın.

Onun için Hızır'a tesadüf etmeye çalış.

Üçler, yediler, kırklar bunlar dünyadan nübüvvet yani.

Resûlün dünyadan ayrılışı ile izn-i ilâhî ile velâyet makamına yani, tahavvül eden herşeyin takib ve tatbik edicileridir.

Tabiînden sonra üçler, yediler, kırklar diye bu ruhanîler ortaya çıkmıştır. Resûlden evvel bunlar yoktu.

Diğer dinlerde ve peygamlerlerde yoktur.

Aslı da meçhuldür.

Herkes bilemez.

Bugün bunların miktarları da azalmıştır.

Üçler yoktur.

Yediler üç kişi kaldı.

Kırklar yediye indi...

Arı başka Çiçek başka Bal bambaşka...

Aralarında köprü kuramazsın...

Melek başka Nebî başka Kul başka...

Yağmur başka,

Dolu başka,

Sel başka...

Leylâ başka Mecnun başka Çöl başka...

Deniz başka

Balık başka

Yunus başka

Yunus Emre bambaşka...

Cesed başka Can başka Ruh başka...

Güneş başka Ay başka Gündüz başka Gece ise bambaşka...

Aslında ne gece var ne gündüz.

Çiçekler başka Kokular başka Gül ise bambaşka...

Çiçeklere arılar konar Güle arı konmaz bilir misin.

Nereden bileceksin!

Sen gül görmedin ki...

Görmüyor musun bugün ezan ile çan yarışa girdi.

Hızır başka İlyas başka.

Kırklar başka Yediye indi.

Yediler başka Üçe indi.

Üçler başka çekildi gitti.

Onbirler kaldı şimdi dünya üzerinde.

Burda ses çıkarma dinle:

Ağız başka Burun başka Dil başka.

Nergis başka Sümbül başka Gül ise bambaşka...

Yunus olmayanlar deryaya dalamaz.

Bu sözler başka başka.

Dinleyen başka Okuyan başka Yazan başka Söyleyen bambaşka...

18.11.1982. Perşembe

Muhiddini Arabi'nin Şecere-i Nü'maniye ismindeki kitabda ki bu kitabdan bir tane Edirne kütüphanesinde mevcuddur.

“Sin Şına girdiği zaman benîm kabrim bulunacak” diye bir işaret vardır.

Muhiddini Arabi'den 200 küsur sene sonra Yavuz Selim Şam'ı fethetmişti, O zaman Muhiddini Arabi'nin kabri Şamda Muhacirin mahallesinde bulunmuş ve Yavuz tarafından kabri yaptırılarak bir de cami inşa edilmiştir.

Dünya yüzünde insanlar arasında tarih boyunca tarihten evvel söylene gelmiş tevaturlar vardır.

Bu tevaturlar yayıldıkça rivâyet ismini alır.

Rivâyetler toplanır mitoloji, Efsâne şeklinde donar kalır.

Bu buzu çözmek kaldırmak mümkün değildir.

Artık inkâr edilemez hâle gelir, isbatı da mümkün değildir.

Bunlardan sızıntılar olur, bilgisiz insanların düşüncelerinde yoğrulur, hurafeye bürünür.

Fakat bütün bunların hepsi durulduğu zaman anlayanlar ve anlamayanlar arasındaki münakaşa ve tartışmalar şu hâle gelir: inkâr edilemez... İsbat da edilemez.

Bunlara menkıbe ismi verilir. Şimdi insan düşüncesinin düzgün akıl ve mantık çerçevesi içinde tahlilinde, şu kelimeler ve ta’birler ortaya çıkar.

Cehil: Bilgisizlik...

Bu bilgisizlik bir insanın norıml olarak bileceği şeylerin daha altında olanlardır. Meselâ: Deli-akıllı, çocuk-büyük, genç-yaşlı basit olarak; eliyle aldığı yiyeceği ağzına götürür.

Kulağına götürmez. İşte bu tabiî bilginin altında olan bilgisizlik cehil dir.

Bu kelimeden echel doğar.

E c h e l : Kabiliyet ve akli imkânlan olduğu hâlde hakikat karşısında direnir durur. Bunlara echeli cühela denir.

Bu saha içinde dolaşanlara cahil ismi verilir.

Bu dolaşma sahasına da cehâlet damgası vurulur.

Bu sahayı besleyen ve bu sahada dolaşanları takviye eden yukardaki hurafelerdir. Müdafileri vardır.

Bunlardan bid'atlar ortaya çıkar...

Bir de meçhul denilen bir kelime vardır.

Meçhullerin içinde bir hakikat mevcuddur.

Bunu anlamak her asırda değişir.

Bundan elli altmış sene evvel Einstein izafiyet teorisini Parisde kolejde Fransada anlattığı zaman, o zamanın filozofu Bergson, rizaiyeci Puincara ve Andre soürio, nazariyenin formüllerine bakarak doğru olduğunu söylediler.

“Fakat anlayamadık!” dediler.

O zaman bu meçhuldü.

Einstein bu meçhullerin içinden riyazi formüllerle bir hakikati haykırıyordu. Bugün o riyazî formüllerle beşeriyet aya vardı.

Yıldızlara gidiyor.

İşte meçhullerin içinde bu gibi hakikatler doludur.

Son zamanlarda zamanın meşhur araştırıcı âlimi Causto (Kusto) Septe boğazında Atlantik suyu ile Akdeniz suyunun birbirine karışmadığını tuzlu su içinde bile tatlı su balığının yaşadığını hayretle görmüş bunu ilân etmiş. Hâl ve İzah edememiş.

Bir Mısırlı İslâm âlimi (ismi gizli dursun) bunu Kur’ân-ı Kerîmden Rahmân sûresinden ki bir âyetle fısıldayıvermiş.

Causto bütün bilgi ve ilmiyle doyarak secde etmiş, İslâm olmuştur. Meçhullerin içinde gizli hakikatler ortaya çıktıkça meçhullerin dibinde de hakikatlerin mevcud olduğu kanaatına varırız.

Büyük mânevî şahsiyetlerin söylediği ve inkâr edilemeyen hadiseler vardır. Onlar da meçhuldür.

Fakat ne inkâr edilebilir ne de isbat edilebilir.

Bunların Ötesinden ancak haber verenler semâvi kitabları bildiren peygamberlerdir.

Bugün İnsanlığın her türlü ilmî hamulesini toplayıp haykırmak lâzım gelirse: “ALLAH yetecella fi’l-asrı’l-âlem” -

ALLAH bütün büyüklüğü-ile bu asırda tecellî etmiştir.

Basit bir misal söyledim size.

Bazı dağlar vardır, oraya gittiğin zaman bağırırsın, iki üç saniye sonra karşıki dağdan aynı sesin sana intikal eder duyarsın.

Nedir bu?

Aks-i sedâ efendim.

İzah ederiz...

Radar şua’ı binlerce kilometre uzaktakine gider, oraya çarpar, geri gelir. Bize haber verir.

Bu da elektrikî aks-i sedâ.

Bugün elektrikle ses, resim, renk naklediliyor...

Öyle insanlar vardır ki buradan uzak mesafeye sesini işittirir, cevabını alır. Birbirlerini görürler...

Yukardaki âletleri yapan da insan kafası, insanın içinde bilinmeyen kudrettir...

Aklî tepinmeye lüzum yoktur...

Şimdi kimseye birşey öğretmek ve inandırmak niyetinde değiliz.

Tomar-ı Osmaniden yani Osmanlı Arşivinden bir sayfa okuyalım:

Yavuz Selim Şam'da.

Oradan Mısır'ı fethetmek niyetiyle harekete hazır...

Şam'da Gademi şerîf onun batısına doğru bugün hava meydanı olan yerde Otağ-ı Hümayun kurulmuş. Padişahın çadırı...

Vezirler ellerini kavuşturmuşlar boyunları eğik padişahı dinliyorlardı.

“Paşalar, yarın sabah namazını ben kıldıracağım ve ondan sonra da Sina çölünü aşarak Mısır'a varacağız!.”

Ordu, 365 bin atlı, develi ve yaya askerden ibaret.

Yavuz Selim'in lalası ellerini oğuşturuyor.

“Lala ne ellerini oğuşturursun senin dilinin altında bir şey var, söyle!..”

“Şevketlüm söyleyeceğim yalnız benim fikrimdir.”

(Paşalar fikirlerini söylemekten korktukları için fikir padişahın sevdiği laladan çıkıyordu.)

“Şevketlüm, Sina çölünde kum, sıcak, susuzluk var. Biz bu çölü ancak 9 günde geçebiliriz. Sahilden (Süveyş kanalı olmadığından) Mısıra girebiliriz!” dedi.

Yavuz, kaşlarını çatarak:

“Lala seni çok severim! Boynunmu kaşınıyor?” dedi.

Çadırdakilerin hepsi birden bembeyaz kesildiler.

Ertesi günü sabah namazı kılındı.

Ordu hareket etti.

Önde padişah çöle girdiler.

Güneş yükselmeye başladı.

Sıcak... Sessiz, ordu yürüyordu.

Birden atını durdurdu Yavuz:

“Öğle oldu, abdesti olanlar abdesti ile, suyu olanlar su ile, olmayanlar kum ile teyemmüm ederek, cemaatsız herkes namazını kılsın!” buyurdu.

Namaz kılındı tekrar ordu yola girdi.

Bir saat sonra Yavuz atını durdurdu, şimşek gibi yere atladı.

Dört elli çölde yürümeye başladı. Kumandanlar vezirler herkes şaşırdı. Padişah dört elli yürüyordu.

Üç dört kilometre böyle devam etti.

Gözlerinden yaşlar geldi. Sessiz...

Kalktı atına bindi. Yola devam edildi.

Çöl dokuz günde geçildi.

Ne telefat var, ne susayan var, ne acıkan var.

Mısır'a varıldı, Mısır fethedildi.

Padişah Mısırda otuzbir gün kaldı.

Sahil yolundan tekrar istanbul'a dönüldü.

Aradan üç ay geç ti.

İbni Kemâl ve diğer vüzera padişahın sakin bir zamanında:

“Şevketlüm Sina çölünde 3-5 km dört elli yürüdünüz.

Sonra oturdunuz dua ettiniz, ağladınız.

Atınıza bindiniz yolumuza devam ettik.

Bu hadiseyi biz anlayamadık.

Bizlere lütfeder misiniz!” dediler.

Yavuz diz çöktü ağlamaya başladı:

“Ne görürüm paşalarım bilir misiniz, yalın ayak başı açık Resûlü Ekrem efendimiz önde yürüyordu.

Hicabımdan dört ayak yürümek mecburiyetinde kaldım.

Sonra kayboldu!” buyurdular.

Yavuz tekrar ağlamaya başladı.

Paşalar yanından parmaklarının ucuna basarak sessizce çekildiler.

Ondan sonra Yavuz, emaneti mübâreke için yaptırdığı daireye kırk hafız ta’yin ederek hergün orada hatim indirilmesini emretmişti.

Resûlullah'ın mübârek ağızlarından insaniyete bildirilen İlâhî vahyin ihtizazları 420 sene devam etti.

Sebebi bilinmez.

Her hâlde tecellî-yi Rabbani 1940 senelerinde bu, kendiliğinden kalkıp gitti. Niyazımız, ister inan ister inanma.

Bu meçhul dediğin ne ise onun altında gizli hakikatlerden birisidir.

Osmanlı Padişahları içinde Yavuz Selim,

Son halife Vahdetdin hazretleri sakal bırakmamışlardır.

Sebebi vardır.

Resûlullah efendimiz, rivâyete göre vefatlarından üç sene evvel biraz sakal bırakmışlardır.

Ahd ü misakı : f. Yemin, anlaşma, sözleşme.

Rical : (Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar.

Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz.

Ab-ı hayat : Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye ta’bir edilen) bu kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet" mânalarında geçer. * Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söylenir.

Tevatür : Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia. * Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber

Rivâyet : Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan halk için su çekmek.

Menkıbe : Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.

Echel : Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.

Aks-i sedâ : Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir hakikatın sonradan tekrar edilmesi.

Lala : f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir ta’bir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. * Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere "lâla" istihdam ederlerdi. Lâla, görünüşte hizmetkâr vaziyetde idiyse de, terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur; esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için çocuklar da kendisine bir mürebbi, bir hoca gibi tâzim ve hürmet ederlerdi.