MANEVÎ ÂLEMDEN YAĞMUR DAMLALARI...

“Ruh vardır!” derler.

“Ruh yoktur!” derler...

Her ikisi de birdir.

“Yok!” dediler, varlığından şüphe ettiler ki yok demişler.

“Var!” dediler, var olduğunu sezdiler.

Yok olandan hiç bahsedilir mi?

Ruh, bir vardır ki yok görünür!..”

Bir ALLAH dostu böyle söylemiş.

Yok diyenler dışı süslemek için uğraşanlar.

Dışlarını süslemek isteyenler, içlerini harabetmeden bunu başaramazlar. Fakat içi süslemek çok güç ve çok zor bir iştir.

Manevî âlemden gelen bu yağmur damlaları içinizi ıslattıkça, ruhunuzda bir başkalık, bir huzur duyacaksınız.

Bu satırları; münakaşa etmeden, sual sormadan,gökte bir hayal seyreder gibi okumak yeter.. Hiss olarak okuyun, akıl olarak değil. Hiss olarak takib ederseniz tatlı bir rüya zevki içine dalarsınız. Akıl olarak devam ederseniz, nefsin gaflet zincirinden çıkamazsınız. Gülünç olursunuz!...

Aklın ötesinde şuhûd âleminin dışında, zaman zaman manevî seyehatlere çıkan, içleri aydın kimselerin seyehat notlarıdır bunlar da, ondan böyledir. İnsan özü kokan toprakta yeşermeye başlayan buğday çimleri, gün ve haftalar geçtikçe boy atar, toprağı kaplar.

Simsiyah toprak yemyeşil bir derya olur.

Rüzgâr, bu yeşil ni’met namzeti denizde, sâkin ve her an değişen, muntazam ve yek diğeri içinde biden bire kaybolan dalgalar husule getirir.. bir gün gelir ni’met olma amacında bulunan yeşil deniz sararır.

İçi azîz ni’met dolu başlarını öne eğerler, kendilerini o hâle sokana âdetâ huşu’ ile rukû içindedirler...

Buğdayın bu hâlinden kimse haberdâr değildir. İşte küçük hikayedeki hoş çile gibi satırlarımızı okuyun, içinizde kalsın kimseye söylemeyin.

Okuya okuya siz de ruhca buğday gibi olgunlaşırsınız.

Buradaki olgunlaşmada ruhen bir cehde lüzum yok.

İnsan topluluğu içinde binbir renkle yoğrulup bitkin bir hâle gelen insan ruhunu yıkamak, hem de bütün şüphe ve batıl düşüncelerini, hırslarını,, kötü arzu ve heveslerini silip süpürmek, maddî cesedi ve maddî refahın bir şey ifade etmeyip, ruhun manevî huzur içinde ancak rahat ve mes’ud olaağını da en güzel, en cazib, en hakikat yoldan öğretmek manevî sevabına kavuşarak mukaddes ve her şeyden münezzeh varlığın rızasına bahane arıyor bu yazılar.

Muhtelif kitablardan alınmış veyahut bir tahsilin neticesi akıl ve mantıkla sıralanmış laflar değildir.

Kalb penceresine akseden ifadelerin insan özü ile ifadeleridir.

Yazan, yazmamıştir.

Yazana, kalb maverasından yazdırılmıştır da ondan bir kıymet taşıyor.

Yağmur gökten toprağa düşer.

Bir çok hoş ve iyi işler görür.

Tekrar göğe buhar hâlinde yükselir.

Bu güzel işleri yapan; bazen bulut, bazen kar, bazen buhar, bazen insan şeklinde bir rahmet olur.

Bu değişiklite rahmet kalıptan kalıba, şekilden şekile giriyor.

İşte gayemiz budur.

Biz, bunları anlatacağız, söyleyeceğiz okuyanları da rahmet denizinde seyehatlere çıkaracağız.

Manevî hazla dolu gönüllerin her an çevrildiği, ruhî arzuların kabul edildiği “YER”e doğru seyehate çıkmışlardı.

Uzun maddî bir meşakkat, sabır, tahammül, kanaat hasletlerinin seferber edildiği bir kafile yavaş yavaş yol alıyordu.

Binbir renk ile süslü kervanı gâh rüzgâr, gâh sıcak, gâh susuzluk, gâh açlık okşuyor geçiyordu. vücud ve ruhlarında bu güçlükler bir te’sir yapmıyordu.

Gönülleri dolu, akılları doymuş, vücudları pişmiş durmadan yürüyen bu kervan; sabır, kanaat, tahammül, fazilet, adalet, doğruluğun sembolü yekpâre bir kütle hâlinde yoluna devam ediyordu.

İçlerinde öyle gönülleri dolu, öyle ateşin, öyle manen zengin insanlar vardı ki bunlar zaman zaman kervandan ayrılıyor, hedeflerine kervanları henüz ulaşmadan gidip gidip geri geliyorlardı.

Kervanın geceleri konakladığı yerlerde, yıldızlı semâlarda ruhen gezenler, karanlıkların içinde nûr bularak oraya gidip gelenler var.

Bu kervan kütle hâlinde maddî bir varlık, bir ihtişam arzederken, manen yerinde durmayan ve daima dalgalanan bir nûr menba’’ı idi...

Çünkü gayeleri nûrun çıktığı yere varmaktı.

Zâten onun için yola çıkmışlardı.

Hele içlerinde bir tanesi vardı ki konuştuğu zaman etrafındakilere ümit, fazilet, doğruluk, manevî bir huzur dağıtıyordu.

Bu zâtın cildi şeffaflaşmış, âdetâ insan şeklinde bir nûr yığını hâlini almıştı. İşte, bir gün bu kervana tesadüf ettik.

Sohbetlerinde bulunduk.

Onları dinledik.

Bize bir çok hakikatler anlattılar.

Biz de onları okuyucularımıza bu yazılarımızda analatacagız.

Mütevazi küçük bir kasabada, gayet temiz ve şirin bir evde otururdum. Gündüzleri hastalarla uğraşır, manevî ve ruhî tarafımı takviye için, insan olmak şükrünü, küçüklüğümden beri kıymetli annemin telkin ve öğretimi ile ALLAH emirlerini harfiyen yerine getirmek arzu ve hevesim, akademik bir ilim gözü ile taassub denecek dereced düzgün ve sarsılmaz bir hâlde idi. Ruhiyat tahsilim ve doktor olmam, bu düşünce ve inanma kabiliyetimi sarsmak değil, manevî tarafımı takviyeye hizmet etti.

Her türlü hurafe ile karışık din bilgilrinin üstünde, bana inanma zevki ve kabiliyeti verdi. Bu lütuftan dolayı fekalhat memnun ve bir huzur içindeyim.

Hayatta çok maddî sıkıntılara, aylar ve yıllarca düçâr oldum.

Fakat bunlar ruhiyatım üzerine te’sir değil, küçük bir leke, bir toz bile konduramadılar...Bundan dolayı büyük ve tatlı bir şükür, târif edilmez bir huzur, sarsılmaz bir inanış içinde dünyada iş ve gücümle meşgulüm.

Bu hasletlerin muhassalası üzüntü vermeyen, bunaltı hissettirmeden bir sabır mecmuası hâline getirdi beni.

Bu basit görünen hasletlere insanı kavuşturan yolları, tatlı çilelerin hikâyeleridir bunlar.

Günlerden bir yaz günü idi.

Kazadan ayrılmış tek başıma kırlarda dolaşıyordum.

O mıntıkada çok bulunduğum için beni herkes tanır, hürmet eder ve çok severdi.

Ben de onları severdim.

Çoban köpekleri bile tanırdı, kuyruklarını beni gördükleri zaman sallarlar yanıma gelirlerdi.

Ben hayvanları çok severim zâten.

Onlara arasıra ekmek de götürürdüm.

Çok eski devirlerde yaşamış bir olgun, en faziletli canlının köpek olduğunu söyler.

Bir dilim ekmeğe hayatı boyunca sadakat.

Kolay iş değil!..

İnsan fazileti kendininki gibidir, menfâatına dokundun mu elinizi çırmıklar...

Birden bire karşıma o mıntıkanın yabancısı olduğu elbisesinden, yüzünden, her türlü hareketinden belli, yaşlı, beyaz sakallı başında yeşil bir sarık bir adam çıktı.

Bana doğru eğildi: “Doktor Beyi...” diyerek selâm verdi.

Sağ omzumu öptü.

Târif edilmez güzel bir koku içinde yıkanmış gibi kokuyor.

Gözleri siyah zeytin gibi parlaki insanın görmediği yerleri gören bir bakışı ve insana huzur ve emniyet veren bir tavrı vardı.

“Oğlum Doktor bey! Yolumu şaşrırdımi Bana D..D.. Küyü’nün yolunu gösterir misin?” dedi.

Bu köy bulunduğumuz yerden a’zamî birbuçuk kilometre yokuşta idi.

“Ben sizi oraya kadar götürürüm.” dedim.

Yürümeye başladık.

Havanın güzelliğinden, tarlaların bereketinden, gögün temiz maviliğinden bahsediyordu.

On dakika ancak yürümüştük.

Etrafıma baktım bulunduğumuz mıntıka değişmişti.

Belli etmeden hayret içinde kaldım.

Karış karış bildiğim bu yerler, tanımadığım bambaşka bir mıntıka idi.

Gök aynı, güneş aynı, ihtiyar aynı, ben aynı.

Fakat mekân ve yer, o yer değildi.

İçimden annemden öğrendiğim bir çok yardım ve istimdad âyetlerini okumaya başladım.

Korkmuştum fakat bunu belli etmiyordum.

Birden bire: “Oğlum Doktor Bey! Merek etme, hayret etme, korkma!..

Ben zâten senin bütün bu hâllerini senden gidermek, korkunu kaldırmak için vazifeliyim!” dedi.

İsmini söyledi, söylememe izin vermedi.

Mekânı bildirdi, târif ve isimlendirmeme müsaade etmedi.

Nereye götüreceğini anlattı, kimseye bildirmeme aman vermedi.

Tepeyi aştık tatlı bir meyil ile yeşil bir vâdiye doğru iniyorduk.

Bir göl kenarına geldik.

Göl uzun, bir kilometre kadar, dar ve suyu tatlı idi.

Gölü, nasıl oldu bilmiyorum yürüyerek su üzerinde geçtik.

Hayret içinde idim, ayaklarım suya batmıyordu.

Su üstünde iz bırakmıyordu.

Zâten ayak izleri “SU” kenarına kadar varır, sonra o da kaybolur.

Tatlı bir huzur içinde idim.

Karşı sahile tekrar çıktık.

Biraz gittik.

Kesif yemyeşil ağaçlık bir yere dahil olduk...

Orada yüzlerce kişi oturmuş beni götüren zâtın aynısı gibi zâtlar.

İçlerinde hiç birisine benzemeyen her tarafından nûr ve emniyet veren (birisi vardı).

İnsan içine yayıldıkça insanı hafifleten bir koku yayılıyordu.

Bana ikram ettiler. Oradakileri anlatmama izin verilmedi.

Gördüklerimi söylememek için yemin ettirdiler.

Bana, ben sormadan birçok şeyler öğrettiler.

Öğrettiklerini değil de anlattıklarını ben de yazılarımla analtacağım.

Bunda hilâf yoktur, hepsi hakikattır!..

Suyu tatlı gölün öte tarafındaki meclisden ve yerden ayrıldıktan sonra gölü bana aynı zât geçirtti.

Yokuşa çıktık.

Tanımadığım o mekânda, geçtiğimiz yerleri aynen görerek yürüdük.

İhtiyar durdu: “Oğlum, artık ayrılacağız! Sen uzun senelerden beri mideni boş bıraktın!..

Buna da sebeb midendeki hastalıktır.

Bir de çocukluğundan beri aldığın terbiye ve teneffüs ettiğin temiz havanın şükrüne bağlı olman ve bunu hiç unutmamandır!..

Mideyi boş bırakmak, hikmet ve manevî âlem hazinelerinin kilididir.

Bâtın gönül pınarları açlık ve oruç bereketi ile fışkırır.

Bununla herkesin aynada gördüklerinden daha fazlasını bir tuğla parçasında görebilirsin.

Biraz evvel meclislerine götürdüğüm yerlerde gördüklerin -birisi müstesnâ- yük çeken develer gibidirler.

Ağır yükler çekmiş, çok sıkıntılı yollar çiğnemişlerdir.

Sayısız konaklar ve merhaleler aşmışlar.

Ağır yükün altında adım atmış, az yemiş, dar boğalı olmuş zayıflamışlardır.

Bu gün Ramazandır.

Sen oruç tutuyorsun.

Gördügün yerde sana ikram ettiler, yemedin, verdiklerini yanına aldın. Akşam onunla iftar edersin!..” dedi.

Gözlerimi öptü.

Göğsümü meshatti.

Tekrar sağ omzumdan öptü: “Arkana bakmadan yürü oğlum!..” diyerek benden ayrıldı.

Ben yürümeye başladım, küçük bir yokuş çıkıyordum.

Tepeye vardım.

Tekrar yürüyordum.

Bir aralık yol üstünde bir karınca yığını gördüm.

Merakla eğilerek onlara baktım.

Yuvaları başında toplanmışlardı.

Biraz o çalışkan ve mübârek hayvanları seyrettim...

Doğruldum, ortalık kararıyordu.

Saatime baktım akşama 45 dakika vardı.

Semt-i meçhule doğru yürüyordum.

Yalnız; kasbama, eski yerimde (hâlimde) olsaydım şimâle doğru yürümem icabediyordu.

Ben de tanımadığım mekânda şimâle doğru yürümeye başladım.

Tekrar saate baktım, 15 dakika iftara vardı.

Yorulmuştum da.

Yolun sağ tarafına oturdum.

Biraz dinleneyim ve ne yapacağımı da şaşırmıştım.

Bir iki dakika geçmişti ön taraftan iki kişi belirdi:

“Merhaba Doktor Bey!” dediler.

Bunlar kasaba köylülerindendi. Kendilerini tanıdım.

“Yoruldunuz mu? Nereden geliyorsunuz?” dediler.

“Aşağıya iniyorum, biraz gezmiştim!” dedim.

Yoluma devam ettim.

İftar olmuştu. ALLAH’ı anarak ikram ettikleri gıdalarla iftar ettim.

İçime bir ferahlık, vücuduma bir şey yayılır gib oldu.

Târif edemiyorum.

Biraz sonra tanımadığım mekân değişmeye ve tanılmaya başladı. Kasabaya yanaşmıştım.

Eve geldim.

Ailem ve annem: “Nerede idin?” dediler. Merak etmişler.

“Biraz kırlarda dolaşıyordum!” dedim.

Annem: “Oğlum! Saat 11 de evden çıktın, şimdi saat 7!.. Yüzün niçin solgun yine midene ağrı mı girdi?..” dedi.

Sedire uzandım.

Bana dokunmadılar.

Annem alnımı okşuyor, ailem ayak ucumda idi.

“Sahur oldu!” dediler.

Bu hakiki macerayı anneme ve aileme anlattım.

Ailem hayret etti. Annem güldü ve: “ Bak ne güzel yemekler hazırladım sahura!” diye söyleyerek: “Yarın gece, Kadir Gecesi oğlum! Mübârek Ramazan da çıkıyor bir daha Yâ kısmet!..” dedi.

Bu hadise böylece kapandı.

Aradan seneler geçti.

Bir çok çilelere düçâr olduk.

Kıymetli ağabeyimi kaybettik.

Şimdi o mübârek ağabeyimin azîz hatırasına ithaf için bu satırları, hafızamda dün gibi aydın duran o hadiseyi ve orada bana anlatılanları

anlatacağım...

Bu anlatmada sizi âdetâ sisli bir hava içinde gezdireceğim.

Çünkü, buna mecburum ve böyle kapalı anlatmaya da söz vermiştim.

Hiss : Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin hâline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.

Rüya : (Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.

Şuhud-Şühud : şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek hâlde şekillenme.

Manevî : (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhanî.

Namzed : (Nâm-zed) f. İsteyen veya istenilen kimse. * Sözlü. Nişanlı. * Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday.

Ni’met : (Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saâdet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık.

Huşu’ : Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.

Rüku : Namazda Rabbü’l-âlemine saygıyla eğilme.

Hâl : Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mefulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Hâlin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : $ Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken) kelimesi, cümledeki mefulün hâlini bildirir. şimdiki zamanda olan fiilin durumuna da hâl denir.

Cehd : Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.

Batıl : Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibâdet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid).

Hırs : Aç gözlülük. Tamahkârlık. * Kızgınlık. * Şiddetli istek, arzu. * Azgınlık.

Cazib : Çekici, cazibeli. * Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.

Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.

Bahane : f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz.

Muhtelif : Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.

Mantık : (İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.

Mavera : Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.

Rahmet : Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur.

Meşakkat : Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)

Kanaat : Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak

Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.

Seferber : f. Harbe hazırlık hâli. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu.

Kafile : (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.

Gâh : (Geh) f. Yer. (Yer ve zaman bildiren “ek” dir.)

Te’sir : Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve hâlleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.

Yekpâre : Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.

Kütle : (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.

İhtişam : Debdebe. Şanlı görünüş. * Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı.

Menba’ : Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.

Zâten : Esâsen, aslında, asıl olarak.

Şeffaf : Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.

Âdetâ : Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.

Yığın : Birlikte olanların kümesi, pek çok.

Düçâr : İçine düşmüş.O işi yaşamış.

Ruhiyat : Ruh ilmi, psikoloji.

Muhassala : (Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke.

Mecmua : Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon.

Mıntıka : (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.

Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemâl ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet.

Çırmık : Kedinin tırnaklaması, çizik atması.

Sarık : Başa sarılan şey.

Tavır : (Tavr) Suret. Hareket, hâl, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar.

İstimdad : Medet ve yardım istemek.

Âyet : Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret.

Müsaade : İzin, elverişli bulunma. * Yardım.

Meyil-Meyl : Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.

Vâdi : Düzlük, dağlar arası yer.

Kesif : Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.

Dahil : Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.

Zât : Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)

Hilaf : Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.

Bâtın : İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn)

Konak : Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire.

Merhale : (Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe.

İftar : Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak)

Sahur : Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.

Semt-i meçhul : Bilinmeyen yer.

Şimal : Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey.

Mübârek : İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud. * Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.

Azîz : İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. * Hristiyanlıkta kudsî kabul edilen daimî reis.

Hatıra : Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey.

İhtilaf : (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak.

Mecbur : Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)